Şu sıralar ise arkadaş buluşmalarını erteleme, sporu bırakma, bir an önce evde olmak istememem o çok sevdiğim tatlılardan tüketmek için değil, başladığım dizinin yeni bölümlerinden daha fazla izlemek için. Evet, son üç ayımın neredeyse her akşamı TV karşısında online dizi izleyerek geçti.
Yine tüm boş zamanımı online izlediğim dizilerle geçirdiğim asosyal bir hafta sonunda yazacak bir şeyler bulamayınca bu aralar uzmanlık alanım olan en sevdiğim diziler üzerine yazayım dedim. Kim bilir belki oralarda benim gibi bir dizikolik vardır.
Hazırsanız sizin için son 3 ayımın tüm akşamlarını feda ettiğim asosyallik paketimle karşınızdayım. Bu yazıda favori dizilerimi, hala izlemeye devam ettiklerimi, bittiği için yasta olduğum biricik serilerimi paylaşıyorum.
Sezonları Biten ve Şu an Hala İzlemeye Devam ettiğim Diziler
*Sherlock Holmes
*Hannibal
Hal böyle olunca son zamanlardaki arkadaş buluşmalarımızdaki en trend konu İstanbul’un insanlar üzerindeki ruhsal yıkım şiddeti oldu. Hayaller, gelecek planları bir an önce bu şehirden kaçmak yönünde. İstanbul’un hızla kendini ve içinde yaşayanları tükettiği günümüzde artık hiç kimse sahil kasabalarında yaşamak için emekliliğini beklemek istemiyor. Kimi girişimci ruhu ile yeni bir şehirde sıfırdan başlamak istiyor, kimi çocuğunu daha küçük bir yerde büyütmek, kaybettiği huzuruna bir an önce kavuşmak istiyor.
Sanırım bir tek gayrimenkul sektörü inanıyor hala İstanbul’da iyi bir yaşam sürdürülebileceğine. O yüzden çoğunun söylemi “İstanbul’un göbeğinde bambaşka bir yaşam”. Sahi 1000 konutluk projelerde başka bir hayat mümkün müdür?
“Acaba kaç kişi İstanbul’dan kaçabiliyor?” diye düşünürken TÜİK göç oranlarını açıkladı. Türkiye İstatistik Kurumu'nun verilerine göre, İstanbul tarihinde ilk kez göç alan değil, göç veren bir kent olmuş. Veriler şöyle diyor; 2015-2016 yılları arasında İstanbul'a 369 bin 582 kişi göç ederken, şehirden göç edenlerin sayısı 440 bin 889 kişi olmuş. Yani tam olarak 71 bin 307 kişi İstanbul'u terk edebilmiş.
Bu rakam bence İstanbul’dan kaçmayı düşünüp cesaret bulamayanlar için çok ciddi bir motivasyon nedeni.
Eğer siz hala “İstanbul, sen mi büyüksün ben mi!” kıvamındaysanız ve burada kalıp mücadele etmeye devam edeceğim diyorsanız, o zaman buraları yaşanılır kılacak güzel haberler vereyim. Geçtiğimiz Perşembe günü Beyoğlu Kurabiye sokakta çok değişik bir lokanta açıldı. Adı “Hayata Sarıl Lokanta” olan bu oluşumun amacı; sokakta yaşayan ve toplumda yok sayılan insanların hayatlarına tekrar sarılmalarını sağlamak.
İçtiğiniz vitaminler, sağlıklı beslenme tüyoları enerjinizin yükselmesine çok yardımcı olmuyor mu? Çevrenizde sizin enerjinizden beslenen, sürekli memnuniyetsizliğini dile getirerek sizin de bu etki alanına girmenizi sağlayan enerji emiciler olabilir. Bugünkü yazımda birçok kişinin etrafında olan, olumlu duygu ve anlardan beslenen enerji vampirlerinden bahsedeceğim.
KİM BU ENERJİ VAMPİRLERİ?
İş yerlerinin olmazsa olmazı hiçbir şeyden mutlu olmayan iş insanlarıdır. Genellikle beyaz yakalılarda görünen bu durum dertsiz, tasasız insanı bile kısa sürede dert sahibi yapabilecek güçte negatifliği bünyelerinde barındırmalarıyla tanınır. Bu kişileri tanımanın birkaç kolay yolu vardır. Bu kişileri kollarına, boynuna taktıkları kötü gözden (yani kendilerinden ) koruyacağını düşündüğü nazar boncuklarından ya da “off dün yine klimayı çok açmışlar üşüttüm, çok çalışıyorum, zaman yetmiyor, yemekler berbattı midemi bozdum, kahveler çok sertti anksiyetem arttı” gibi her cümlelerinden tanıyabilirsiniz. Anlaması zor, çok değişik formu vardır bu kişilerin. Her şeyden şikayet eder ancak düzeltmek adına tek bir girişimi yoktur. Bir girdap gibi sizi mutsuzluğuna ortak etmek ister. Negatiflin öncü savunucularından olan bu kişiler sizi severek yaptığınız işten hatta iş yerinizden soğumanıza neden olabilir. Kısaca sorun onda değil çevresindedir. Sonuç; kendinizi birden siz de onun gibi işinizden, iş yerinizden mutsuz olduğunuzu düşündüğünüz bir yanılgının içine düşerken bulursunuz.
Sevgilisinden, işinden, evinden kısaca hayatından mutsuz olan, sizin mutluluğunuzla pek ilgilenmeyip daha çok çaresizliğinizin açığa vurduğu anlarınızla ilgilenen, sonsuza kadar kötü anlarınızı konuşmaya gönüllü arkadaşlarınız. Instagram’da “bestfriend” hashtagi altında toplanan bu yakın arkadaşınız farkında olarak ya da çoğunlukla olmadan sizi kendi iç huzursuzluğuna çekiyor olabilir.
“Her kötü şey beni buluyor, ne yapsam kimseye yaranamıyorum”
Şiddete maruz kalan köpek ne olduğunu anlamadan kendisine savrulan tekmelerden kaçmaya başlıyor. Sonrasında bu ikili hiçbir şey olmamış gibi gülerek yollarına devam ediyor.
Bu olaydaki tek sorum NEDEN?
NEDEN bir insan durup dururken nefretle kaldırımda uyuyan bir köpeğe tekme atar?
NEDEN yanındaki arkadaşı masum bir köpeğe tekme atmaya başlayan arkadaşına tepkisiz kalır?
NEDEN yoldan geçen diğer kişi tüm bu olanları görmezden gelir?
Gerçekten anlayamıyorum. Yerde yatan o masum köpeğe tekme atacak kadar nefreti nasıl biriktirdin kalbinde? Nasıl yaşayabiliyorsun o hisle?
Bir sözlükte bu kişinin Facebook profili paylaşılmış. Paylaşımlarına bakmak için profilini inceledim. Niyetim nasıl bir kişi olduğuyla ilgili biraz çıkarım yapabilmek, belki o kafayı bir ihtimal anlayabilmek.
Haberi şöyle doğrulamak mümkün; Yunanistan’da arkadaşlarımla karşılaşacak kadar çok Türk vardı. Peki, daha önceden Bodrum’a, Çeşme’ye giden bu ekip neden rotasını Yunanistan’a çevirdi?
“Çünkü..” lerini sıralamaya başlıyorum…
İlk neden olarak “ Yunanistan’da her şey çok daha ucuz!” diyeceğimi düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Aslında kimse çok daha ucuz diye gitmiyor. Bodrum’da, Çeşme’de ya da Alaçatı’da verdiği hesapla aynı tutarı ödeyecek de olsa ödediği tutara değen, daha kaliteli bir tatil yaptığını düşündüğü için gidiyor. Euro’yu TL’ye çevirdiğinizde yani hızlı bir hesap yaparak dörtle çarptığınızda hiçbir şey aslında sanıldığı kadar ucuz gelmiyor ama Çeşme ve Bodrum’a göre de çok da pahalı kaçmıyor.
Farklılıklar yok mu? Elbette var ama olumlu anlamda. Türkiye’de plaja girmeden otopark ücretiyle başlayan, plaja adımını atar atmaz en az 40-50 TL ‘lik şezlong ücretleriyle devam eden işletmelere Yunanistan’da rastlamak pek mümkün değil. Eğer böyle bir plaj varsa da o ücret karşılığında bir şeyler yemek ya da içmek mümkün. Yani harcama yapmaya bikinilerinizi üstünüze geçirdiğiniz an itibariyle başlamıyorsunuz.
Bir hesap geldi, ama fazla tuttuğunu mu düşünüyorsunuz? Mekanın sahipleri ya da çalışanları tarafından hırpalanma endişesi olmadan itiraz edebiliyor, gelen hesabın detayını sorabiliyorsunuz. Hesaptaki detaylar İngilizce değil de Yunanca yazdığı için zaten açıklama yapma kısmı çalışanlara garip gelmiyor. Türkiye’de hesaba itiraz edenlerin başına gelenleri yani “hesaba itiraz etti kurşunladı, dayak yedi ” gibi haberleri hatırlatmak istemiyorum. (!)
Türkiye’de makyajsız girilmeyen plajların, güneşlenirken yüzünü, sırtını sevgilisinin ismiyle boyayan, günde en az 3 farklı bikini değiştirip gün boyunca denize adım atmayan kızlarımızın, yıl boyunca yaptığı kasları herkesin gözüne sokmaya çalışan delikanlılarımızın aksine deniz, kum ve güneşin tadını doyasıya çıkarmak isteyen kişilerle tatil yapma imkanı ağır bastığı için Yunanistan tercih ediliyor.
Türk mutfağından çok uzak olmayan zengin Yunan mutfağını, birbirinden lezzetli deniz mahsullerini çok daha ucuz demeyeceğim ama çok daha bol ve taze şekilde tatma imkanı olduğu için gidiliyor.
Dilencilik yaptığı iddia edilen bir kişi Zabıta tarafından köşeye sıkıştırılarak tartaklandı. Belediyenin reddettiği bu olay olurken 5 yaşındaki çocuk babasını korkuyla, gözyaşlarıyla izliyordu. Duruma dahil olamayan çocuğun yapabildiği tek şey “baba” diyerek ağlamak! Videoyu izlemesi, hele ki çocuğun “baba” diyerek çaresizce ağlamasını duymak hiç kolay değil, o yüzden aşağıya sadece durumu anlatan tek bir kare paylaşacağım.
Çevremde 5 yaşında çocuğu olan arkadaşlarım “hangi özel okul daha iyi, hangi oyun zeka gelişimini daha çok artırıyor” dertleri içindeyken belli ki bu aile için durum bu dertlerin çok daha ötesinde. 5 yaşında olmak arabayla, oyun hamurlarıyla, legolarla oynamak kadar renkli bir dünya değil onun için. Yaşam mücadelesini babasının yanında vermeye mecbur kalmış ya da bırakılmış.
Hayat hiçbirimiz için çok kolay değil ama bazıları için bizim hayal gücümüzün üzerinde acılarla dolu. Televizyon ekranlarından, sosyal medyada paylaşılan videolardan “ yazık, vah vah , tüh tüh” demek sarmıyor maalesef 5 yaşında alınan böylesine derin yaraları.
O YARALARDA BİZİM DE ETKİMİZ VAR!
Benimle ne ilgisi var? Diyenler için tek tek anlatayım durumu.
Kıyafetlerıne , konuşmasına küçümseyerek baktığınız her bakışla onların bedenlerinde çok daha derin yaralar açıyorsunuz.
Sadece okul muydu bizi gülmekten alıkoyan? Hiç sanmıyorum. Aile arasında kıkırdamalar gülmeye döndü mü aile büyüklerinden biri “ ay çok güldük, valla sonunda ağlayacağız” der, ortamın havasını adeta klima etkisiyle soğuturdu. Oysa bol kahkahanın sonunda gözden gelen her damla ruhu temizlemez miydi? Her güzel şey nazarla mı sonuçlanırdı? İyi ve kötü, güzel ve çirkin, gülmek ve ağlamak hiç mi yalnız kalmazdı?
Gülmenin bu ülkede kötü bir eylem sayılmasının nedenleri bitmedi. İslam dininin kahkahaya bakışını aşağıda Google’da çıkan ilk sonuçlarıyla paylaşıyorum.
“Tebessüm etmek, güler yüzlü olmak çok iyidir. Kahkahayla gülmek mekruhtur.”
Sadece okul, aile, din mi karşı kahkahamıza? Tabii ki hayır! Siyasetçilerimizin söylemlerini unutmayalım lütfen!
Bülent Arınç’ın Bursa Valiliğin tarafından düzenlenen bir etkinlikte şöyle bir söylemi vardı hatırlarsanız “ Erkek zampara olmayacak. Kadın da herkesin içinde kahkaha atmayacak. Bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak”
Neden? Kahkaha attığımızda eşimizi aldatmış mı oluyoruz? Erkeğin zamparalığına karşı kadının kahkaha atması mı?
Oysa iletişimin en güçlü etmenlerinden biridir gülmek, psikoloji için ise en güçlü terapiler kadar kuvvetlidir kahkaha atabilmek. Bir araştırmaya göre çocuklar günde 300’ün üzerinde kahkaha atıyorken, yetişkinlerde bu sayı 17’ye düşüyormuş. Bu araştırmanın bir de Türkiye’deki ayağını yapmak lazım. Etrafınıza bir bakın. Kafede, metroda, sokakta, iş yerinde… Çevrenizde dolu dolu kahkaha atan kaç kişi var?
Peki, bir de yararlarına bakalım gülmenin…
Basında oldukça ses getiren bu kare hem görselliği hem de kareyi post ederken kullandıkları cümle nedeniyle çok etkileyiciydi. Paylaşım metni ise şöyleydi; “Güvenmek” ne derin bir kelime, aşktan öte.” İki sevgilinin bu paylaşımına yorumum “çarpıcı” olacaktı ki Twitter’da takip ettiğim bir hesabın altına paylaşılan fotoğrafın aslı düştü. Fotoğrafın aslı ise Twitter’daki bir kullanıcı tarafından şöyle post edildi “Kopya” ne kadar derin bir kelime fikirden öte.” @asilbaykara’nın bu paylaşımı ve metni tam da bugünkü konumun özeti niteliğinde.
Yukarıdaki ilk örneğim aslında ana konuma giriş niteliğindeydi. Özgün içeriğin ne denli önemli olduğunu anlatıp durduğum bir meslekteyken özgün görsel, özgün fikir, özgün irade her biri kendi başına ayrı bir değer.
Diğer bir örneğim ise Fahri Evcen ‘den. Yakın zamanda pişti olduğu gelinliğiyle dikkat çeken Evcen sosyal medyada artan takipçi sayısını Taylor Hill’in dikkat çeken pozlarının neredeyse aynısı olan bir çekimle Instagram’dan kutladı.
Yeni İlham Kaynağı Sakızdan Çıkan Maniler!
Ünlü bir şarkıcının hit olarak planlayıp, albüme aldığı şarkının aslında bir sakız markasının 2012 yılında piyasaya sürdüğü manisi çıktığını düşünün. Üstelik bir de bu mani CD, basın bültenleri, video klip gibi yerlerde söz&müzik olarak farklı bir isimle sunulsa. Bu durum ifşa olsa ama bu ünlü şarkıcımız tek kelime açıklama yapmasa, hala cikletten oluşma manisini söylemeye devam etse? Şarkıya imzasını veren söz yazarı da aynı şekilde hiçbir açıklama yapma zahmetinde bulunmasa?!
Sizin için bir hikaye yazdığımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. İrem Derici’nin son albümünde yer alan “Tektaş” adlı şarkının bir bölümü bir sakız markasının manisinden alıntı çıktı. Geçtiğimiz haftalarda maninin yazarının tesadüfen fark etmesiyle sosyal medyada epey bir konuşuldu ama sonra sessiz sedasız sevgili ünlümüz olay çok büyümeden bu durumdan kurtuldu. Biliyorum ki bu örneğe de çok şaşırmadınız. Çünkü ben de hiç şaşırmadım!