Uğur Vardan

‘Bağımsızlık benim karakterimdir…’

4 Kasım 2023
Mehmet Ada Öztekin imzalı iki bölümden oluşan serinin ilk adımı ‘Atatürk 1881-1919’, Mustafa Kemal ve dönemin dinamikleri hakkında bugüne kadar çekilmiş en iyi film tanımlamasını hak ediyor. Epik tarzdaki çalışmada Paşa’nın hayatından kesitler ve tarihsel dönemeçler gerçekçi bir yaklaşımla sahneye taşınmış. Filmde Aras Bulut İynemli son derece başarılı bir Atatürk portresi çiziyor.

Zübeyde, Analar ve Oğullar’, ‘Son Akşam Yemeği’ derken sıra geldi ‘Atatürk 1881-1919’a... Bu son adım aslında iki filmlik bir halkanın ilk bölümü. Ulu Önder’in çocukluğundan başlayarak Milli Mücadele’ye uzanan hayatından kesitler aktarırken, bu tarihsel sürecin izlerini dönemin diğer öne çıkan karakterleriyle birlikte perdeye taşıyor.

Senaryosunu Necati Şahin’in kaleme aldığı ve Mehmet Ada Öztekin’in yönettiği bu serinin ilk adımına göz atarsak sonda geleceğim noktayı başta belirteyim; şu ana kadar izlediğim tüm yapıtları göz önüne alarak söylüyorum; bu çalışma sinemamızın ‘Atatürk filmleri’ kategorisindeki şu ana kadar çekilmiş en iyi ‘kurgusal’ film.

Bugüne kadar önümüze gelen örneklerin çoğu maalesef müsamere havasından kurtulamamış çabalardı. Bu durumun tabii ki birçok nedeni vardı; Atatürk’ü gerçekçi bir portre olarak sinemaya taşıdıklarında, insani yönleriyle ele aldıklarında, onu atfedildiği ‘kutsal’ çizgilerin dışına çekerek perdeye yansıttıklarında tepki alacaklarını, eleştirileceklerini düşünüyorlardı muhtemelen. ‘Resmi ideoloji’nin dışına taşmaktan korkuyorlar, çekiniyorlardı. Bu aslında genel olarak bizdeki biyografi yazını için de geçerli bir durumdu; her hayata uğrayan inişler çıkışlar, düşüş, tökezlenme anları, hatalar, hesaplaşmalar, insani duygular, kaygılar, zaaflar, korkular, psikolojik eşikler birçok popüler figüre ilişkin biyografik kitaplarda yoktur mesela… Bütün bu reflekslerin nedenini kuşkusuz ilk elde mükemmeliyet arayışı olarak düşünmek mümkün ama ben asıl meselenin özeleştiri yoksunluğu ve hesaplaşma duygusundan kaçınmak olduğu kanısındayım. Atatürk’e gelince; o elbette bu toplum için her daim en büyük rol modeliydiki zaman onun ne denli önemli bir lider, devrimci ve ufku geniş bir siyasal figür olduğunu gösterdi. Ama öyküsünün hamaset dolu bir çerçevede değil, gerektiğinde herkesi, en yakın arkadaşlarını karşısına alma pahasına yoluna devam edişini gösteren, yalnızlığını vurgulayan, psikolojisini aktaran, askeri dehasını pragmatist kişiliği eşliğinde yansıtan dokunuşlarla dolu bir çerçevede anlatılması gerektiğini her zaman düşünmüşümdür. Nitekim ‘Atatürk 1981-1919’ bahsettiğim bütün bu unsurları büyük oranda yerine getiren, etkileyici bir sinematografik adım olmuş.

Epik tarzda çekilmiş bu film özellikle ideolojik açıdan bence sağlam bir yerde duruyor. İçinden geçtiğimiz zaman diliminden o günlerin siyasal reflekslerine, gelişmelerine bakış atıyor ve dönemin dinamiklerini, yaşanmışlıklarını ve tarihsel süreci doğru bir perspektifle okuyor. Abdülhamid’in baskıcı rejimi, İttihatçıların saraya karşı mücadelesi, 31 Mart Vakası ve Hareket Ordusu hamlesi, Trablusgarp cephesi, Sofya Askeri Ataşeliği dönemi, Mustafa Kemal’in Enver Paşa’yla aralarındaki uzlaşmazlıklar, Osmanlı paşalarının aymazlıkları, onu kızağa çekmek için yapılan hamleler, ‘Yasaklı’ Vatan şairi Namık Kemal’e ilişkin vurgular vs. bütün bu tarihsel notlar akıcı bir sinematografi ve merak uyandırıcı bir metin eşliğinde perdeye taşınmış. Filmin atmosferi, teknik kalitesi, görüntü yönetmenliği (Torben Forsberg) ve dönemin her yönüyle yeniden yaratılması bence çok başarılıydı.

Filmin atmosferi, teknik kalitesi, görüntü yönetmenliği ve dönemin yeniden yaratılması bence çok başarılıydı.

 

ÖMER MUHTAR’LA MUHABBET

Yazının Devamını Oku

Başkent’te sinema şöleni...

2 Kasım 2023
Ankara Film Festivali bu geceki açılış töreniyle başlıyor. Bu yıl 34’üncüsü düzenlenecek organizasyonda ‘Ulusal Uzun Film Yarışması’nda yer alan yedi yapıtı başkanlığını Derviş Zaim’in üstlendiği Mine Söğüt, Murat Kılıç ve Selin Yeninci’den oluşan jüri değerlendirecek. 10 Kasım’a kadar sürecek festivalde ‘Aziz Nesin Emek Ödülü’ Nur Sürer’e,‘Sanat Çınarı Ödülü’ Prof. Mustafa Ayaz’a, ‘Kitle İletişim Ödülü’ Cahit Berkay’a, ‘Vakıf Özel Ödülü’ ise Merve Dizdar ve Burak Çevik’e bu geceki açılışta takdim edilecek.

Sonbaharla birlikte film festivallerinin dönemi hız kazanır.

Yaz sonrasında önce Ayvalık’ta, sonra Adana’da birçok yapım sinemaseverlerin karşısına çıktı.

Derken sektörün en eski buluşma noktası niteliğindeki Antalya Altın Portakal ‘Kanun Hükmü’ adlı belgesel odağında başlayan kriz nedeniyle iptal edildi ve nihayetinde ‘4 A’ (Ayvalık, Adana, Antalya ve Ankara) başlığında toplanan festivaller dizisinde hamle sırası Başkent’te...

Bugün start alacak organizasyon 34’üncü kez sinemaseverlerle buluşuyor.

10 Kasım’da sona erecek festival Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından düzenleniyor ve AB Türkiye Delegasyonu, Ankara Büyükşehir Belediyesi ve Çankaya Belediyesi tarafından destekleniyor.

Etkinliğin heyecanı en yüksek bölümü olan ‘Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’na yedi film katılıyor.

Bu yapıtları değerlendirecek jüri ise şu isimlerden oluşuyor:

Derviş Zaim (Başkan), Mine Söğüt, Murat Kılıç ve Selin Yeninci.

Yazının Devamını Oku

Buyurun Cumhuriyet sofrasına

28 Ekim 2023
Çankaya Köşkü’nde farklı bir heyecan vardır; çünkü Mustafa Kemal’in özel konukları gelecek, yemekte ülkenin geleceğine dair konular konuşulacak ve ertesi gün Cumhuriyet ilan edilecektir... Levent Onan imzalı ‘Son Akşam Yemeği’, bu önemli günde yaşananlara köşkün yanındaki mutfağın sakinlerinin cephesinden bakarken temel olarak Osmanlı’yla Cumhuriyet arasındaki tarihsel sürekliliğe vurgu yapıyor.

Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100’üncü yılı nedeniyle Atatürk’ü ve o dönemde yaşananları aktaran filmler arka arkaya vizyona giriyor. İki hafta önce ‘Zübeyde, Analar ve Oğullar’ı izlemiştik, bu hafta sahne sırası ‘Son Akşam Yemeği’nde. Levent Onan imzalı çalışma, aynı kulvardaki birçok yapımdan farklı olarak ele aldığı süreci ve ana kahramanlarını perdeye taşırken cepheden ya da gelişmelerin odağından ziyade bir mutfağın çeperleri içinden seslenmeyi tercih etmiş. 28 Ekim 1923’te Çankaya Köşkü’nde önemli bir yemekli toplantı vardır (nihayetinde anlıyoruz ki ertesi sabah Cumhuriyet ilan edilecektir). Filmde işte bu çok önemli günü bir anlamda aşçısının, yamağının, ocakbaşısının ve diğer çalışanlarının yorumları eşliğinde izliyoruz. Öykünün ana karakterlerinden olan ve fırsat bulup hünerlerini gösteren Ahir Usta aynı zamanda geçmişin de uzantısıdır; sarayda çalışmış, Çanakkale’de savaşmış, bir ara esir düşmüş ve İngiliz komutan Wilson’a yemek hazırlarken bambaşka bir planı olduğunu göstermiştir. Torunu Elif de yeni rejimin içinde yeşerecek bir filizdir. Yamak Yakup tekinsizdir ve nerede duracağını da tam olarak bilmiyordur, keza şef Mahmut da benzer bir kişiliğe sahiptir, öyle ki Cumhuriyet fikrini de Latife Hanım’dan öğrenir (o fikir de ‘Her şeyi birlikte yapmak, inşa etmek’ şeklinde özetlenebilir) ve öğrendiklerini alışveriş yaptığı esnafa kendisininmiş gibi sunar. Atatürk’ün yolu da bu uzun ve zorlu gecede mutfakla bir şekilde kesişir ve Ahir Usta, Paşa’yla hasbihal etme şansı bulur.

‘Son Akşam Yemeği’, geçmişin yaşanmışlıklarına bu zamanlardan bakan filmlerden (ki doğru bir perspektif bu). Bir yanıyla ‘Cumhuriyet denen özel yemekte herkesin katkısı var’ türünden bir metafora sahip olduğu söylenebilir. Yeni sofra takımları ve menü yerine eski takımlarla sunulan eski menü, filmin tarihsel sürekliliğe bir vurgusu aynı zamanda. Bütün bunlara kimsenin itirazı olamaz elbette, lakin Ayla Hacıoğulları ve Vilmer Özçınar ikilisinin senaryosunu kaleme aldıkları yapım, sahaya sürdüğü ‘Osmanlı’yla Cumhuriyet arasındaki süreklilik’ temasına göz atarken meseleyi doğru yerden mi tartışıyor, ondan emin değilim. Şöyle ki örneğin Ahir Usta, Mustafa Kemal’le söyleşirken Osmanlı’nın 600 yıllık geçmişini hatırlatıyor ve film boyunca sürekli olarak ‘eski’nin (yıpranmış bakır kazanlar dahil) öneminin altını çiziyor.

‘Son Akşam Yemeği’ Cumhuriyet’e geçiş sürecini bir mutfağın çeperlerinden aktarmayı tercih etmiş.

Lakin hanedan yıkılıp Cumhuriyet inşa edilirken eskinin tarihteki uzun süreli varlığından ziyade iktidarın, padişahtan ve yüzyıllar boyu hükümranlığını sürdürmüş bir ailenin sultasından alınıp halka, millete devri fikriyatından hareket edildi. Mesele eski rejimin süresinden, dayanıklılığından kaynaklanan gücü meselesi değil, demokrasiye geçişti. Senaryonun halledemediği yanlardan biri de Ahir Usta’nın komutanlarını zehirlemesine rağmen İngilizlerin elinden nasıl sağ salim çıktığına dair ikna edici bir açıklamasının olmamasıydı.

Menüde tarhana çorbası da var.

Oyunculuklara gelince; başta Ahir Usta’da Engin Şenkan, Mustafa Kemal’de Onur Tuna, Latife Hanım’da Pelin Akil ve minik Elif’te Azra Aksun olmak üzere hepsi gayet iyi performanslar ortaya koymuş. Bu arada ‘Son Akşam Yemeği’nin ‘politika ve yemek’ ilişkisi bakımından Roland Joffé imzalı, başrolünde Gerard Depardieu’yu izlediğimiz ‘Vatel’le aynı kulvarda olduğunu söyleyebiliriz.

Yazının Devamını Oku

‘Çakal’larla dans…

21 Ekim 2023
Usta yönetmen Martin Scorsese son filmi ‘Dolunay Katilleri’nde 1920’lerde arazilerinde çıkan petrolle zenginleşen Osage Kızılderililerinin servetlerine çökmek için işlenen cinayetleri ve perde gerisindeki çetenin oluşumunu anlatıyor. Leonardo DiCaprio, Lily Gladstone ve Robert De Niro’nun performansları filmi sürüklüyor.

Başlardaki en büyük motivasyonu ‘altına hücum’ olan bir ulus, zamanla rotasını ‘kara altın’ olarak da adlandırılan bir yeraltı zenginliğine yöneltmiş ve eski sloganı ‘petrole hücum’la revize etmişti. Hedefin tanımı ve malzemesi değişse de refleksler aynıydı; onun sayesinde bir an önce zengin olmak, sınıf atlamak ve bu uğurda ne yazık ki hırsına yenik düşmek… Mekanizmanın işleyişi de aynıydı neredeyse; bu yolda ölen de vardı, öldüren de…

Sinemanın yaşayan efsanelerinden Martin Scorsese, David Grann’in 2017 tarihli çok satmış romanı ‘Killers of the Flower Moon: The Osage Murders and the Birth of the FBI’dan uyarladığı son filmi ‘Dolunay Katilleri’nde (Killers of the Flower Moon), petrol zengini olma isteğiyle ait olduğu ulusun tarihinde açılan kapanmaz yaraları perdeye taşıyor. Senaryosunu Eric Roth’la kaleme aldığı filminde büyük usta kariyer serüveni boyunca çizdiği genel sınırların içinde bir kez daha yol alıyor. Malum, o ünlü lakabıyla ‘Marty’ her daim Amerika’nın şiddet haritasıyla ve bu haritanın tarihsel duraklarıya ilgilenir; mafya, kuruluş aşamasındaki çeteler, bireysel takılanlar, psikopatlar derken onun sineması geniş bir ‘suçlular galerisi’dir. Bu son adımında da geçmişteki halkalara bir yenisini eklerken dönem itibariyle de ‘geç kalmış bir western dünyası’nı seyircisiyle paylaşıyor.

1920’lerde geçen öykünün genel hatlarında atalarının topraklarından uzaklaştırıldıktan sonra yerleştikleri Oklohama’da arazilerinde petrol bulunmasının ardından zenginleşen Osage halkı var. Bu Kızılderili topluluk ellerindeki mali imkânlarla sınıf atlarken beyazlarla yapılan evlilikler sonucu sermayeleri yavaş yavaş el değiştirmeye başlıyor. Yörenin ileri gelenlerinden, yerlilerle köklü ilişkilere sahip Bill ‘King’ Hale, 1. Dünya Savaşı’ndan henüz dönen yeğeni Ernest Burkhart’a konforlu bir hayatın sırlarını fısıldıyor: Taksicilik yaparken tanıştığı, büyük bir servetin sahibi konumundaki Osage yerlisi Mollie’yle evlenmek… Açgözlü, birikimi sınırlı, parayı seven bu genç adam amcasının öğüdüne kulak veriyor ve servetine konmakla birlikte sevdiğini de düşündüğü kadınla evleniyor. Çok geçmeden Ernest, en tepesinde Bill Hale’in oturduğu, abisi
Byron’ın da etkin olduğu bir çetenin önemli bir parçasına dönüşüyor. Bu birlikteliğin temel aktivitesi yöredeki (çoğu kadın) Kızılderilileri öldürmek ve yasal sınırlar içinde servetlerine el koymaktır. Şebekenin kurbanları arasına zamanla Mollie’nin ablaları katılırken Ernest de trafiğin içindedir.

Büyük usta kariyer serüveni boyuncu çizdiği genel sınırların içinde bir kez daha yol alıyor.

 

 

Yazının Devamını Oku

Devrimi hem annesine hem de tüm dünyaya anlatmıştı

14 Ekim 2023
Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın öyküsü eşliğinde hasretle örülü bir ana-oğul ilişkisini ve filizlenen bir Cumhuriyet’in ayak seslerini perdeye taşıyan ‘Zübeyde, Analar ve Oğullar’ görsel bir tarih dersi niteliğinde. Filmin en vurucu yanıysa Mustafa Kemal’in genç bir subayken yakın arkadaşlarına söylediği “Annene anlatamadığın devrimi yapamazsın” cümlesi olmuş.

Artık ömrünü tamamlamış, çürümeye yüz tutmuş kurumlarıyla ayakta durmaya çabalayan ama bunu başaramayacağı aşikâr olan bir imparatorluk... Sürekli geri çekilen, geçmişte sahip olduğu toprakları kaybeden ve nihayetinde düşman işgaline uğramış bir yapı... Bu zorlu günler içinde kurtarıcı kimliğiyle öne çıkan, eski sistemin açmazlarını bilen ve yeni bir yol haritası, yeni bir rejim öneren ve önerdiklerini gerçekleştiren bir lider... Yakında kuruluşunun 100’üncü yılını kutlayacağımız Cumhuriyet’i inşa eden haykırışın en önemli kilit taşı konumundaki Mustafa Kemal, bu özel yıl dolayısıyla gölgesini sinemamıza da düşürüyor. Sözün özü, odağına Atatürk’ü alan filmleri izlemeye başlıyoruz; bu halkanın ilk adımı niteliğindeki ‘Zübeyde, Analar ve Oğullar’ da bu hafta vizyonda...

Ulu Önder’in annesi Zübeyde Hanım’ın öyküsü eşliğinde gelişen bir çerçeveye sahip söz konusu yapım,
Selanik’te başlayıp İstanbul’a taşınan, son noktası İzmir’de koyulan, içinde acıyı, trajediyi barındıran, hasretin çokça öne çıktığı bir ana-oğul ilişkisinin ifadesi aynı zamanda.Aslıhan Güner iyi bir performans sergiliyor.

En gerçekçi Atatürk

Yönetmenliğini Cenk Yaz’ın üstlendiği, senaryosunu da İlber Tekinsoy’un kaleme aldığı yapım, geniş bir zaman diliminde ve yelpazede gezinirken Zübeyde Hanım’la oğlu Mustafa Kemal’in hayatlarındaki önemli dönemeçleri not düşüyor ve arka planda da yıkılan imparatorluğun yerine filizlenen Cumhuriyet’in ilk adımlarından kimi kesitleri de aktarıyor.

Geçmiş örnekler de göz önüne alındığında Atatürk’e ilişkin çekilen filmler onu üzerindeki haleden kurtaramadan perdeye taşıyan hamlelerdi. Evet, Mustafa Kemal mükemmel bir liderdi ve yaşadığımız dünyada her geçen gün önemini bir kez daha idrak ediyoruz ama nihayetinde insandı ve hayatı, yaşadıkları perdeye taşınırken doğru çizgilere oturtulmuş portresine, düşe kalka geçtiği yolları yansıtan öykülere ihtiyaç vardı hep. Bundan önceki adımlarda bu tür özellikler çok az yansıdı ekrana. ‘Zübeyde, Analar ve Oğullar’ın başardığı en önemli refleks, sanırım ‘ölçülü hamaset’i ve öne çıkan iki karakterini samimi bir şekilde yansıtmaya çabalaması olmuş. Lakin elbette film geniş zaman dilimini taradığı ve büyük bir hayat hikâyesinden öne çıkan dönemeçleri not olarak düşürmeyi hedeflediği için derinleşmiş profillere ulaşamamış.

Yine de dinine bağlı bir aileden gelen Zübeyde Hanım’ın oğlunu dini eğitim veren bir kuruma teslim edişi, buradaki şiddete dayalı sisteme itiraz eden küçük Mustafa’nın isyankârlığı, oğulları Ömer ve Ahmet’in Selanik’i kasıp kavuran kuşpalazı salgını sonucu hayatlarını kaybetmeleri, Abdülhamid döneminin baskıcı atmosferi, her yeri saran hafiyeleri, keza Mustafa Kemal’in annesinin ikinci evliliğine itirazı ve ergen halleri, Enver Paşa’nın Sarıkamış’ta onca Mehmetçik’in hayatına mal olan hatalı hamlesi, Çanakkale cephesinde şarapnel parçası nedeniyle yaralanması ve kurtarıcı görevini üstlenen cep saati, Liman von Sanders’le buluşmaları gibi ayrıntılarla film kimi önemli duraklara uğruyor. Ben Zübeyde Hanım ve kız kardeşi Makbule’nin trenle Selanik’ten İstanbul’a geliş yolculuklarında Nâzım Hikmet’e yapılan göndermeyi de zarifçe buldum. Evde askeri okuldan arkadaşlarıyla ülkenin gidişatına ilişkin serzenişlerini belirttikleri sahnede sarf ettiği “Annene anlatamadığın devrimi yapamazsın” sözü de filmin ilgiye değer yanlarındandı.

Oyunculuklara gelince; Zübeyde Hanım’da Aslıhan Güner iyi bir performans ortaya koymuş. Mustafa Kemal’in büyüklüğünü canlandıran Alican Yücesoy ise fizik olarak Atatürk’e çok benziyor ve bu kimlik adeta üzerine yapışmış gibi duruyor. Geçmişte de Ulu Önder’i canlandıran (‘Son Osmanlı Yandım Ali’ filmindeydi) başarılı aktör, sanırım sinema tarihimizin en gerçekçi Atatürk’ü olarak kayıtlara geçecek. Keza Emre Kınay, Ragıp Efendi’de; Devrim Nas da Ali Rıza Efendi’de başarılı portrelere imza atıyorlar.

Yazının Devamını Oku

Bıraksaydınız, keşke 'şeytan’ yerinde kalsaydı!

7 Ekim 2023
1973 tarihli ünlü korku klasiği ‘The Exorcist’e 50 yıl sonra selam gönderme niyetindeki ‘Exorcist: İnançlı’ bu kez biri siyah diğeri beyaz iki küçük kızın bedenlerine giren şeytanın çıkarılması mücadelesini anlatıyor. David Gordon Green imzalı yeni yapım, orijinalinin kıyısına bile uğramayan vasat bir çalışma olmuş.

ExorcIst: İnançlı

◊ Yönetmen:
David Gordon Green
Oyuncular:
Leslie Odom Jr.,
Lidya Jewett, Olivia O’Neill, Jennifer Nettles, Ann Dowd, Ellen Burstyn, Raphael Sbarge, E. J. Bonilla, Antoni Corone, Danny McCarthy
ABD yapımı

Victor Fielding 13 yıl önce çıktıkları Haiti gezisinde hamile karısını depremde kaybetmiş ve kızını tek başına büyütmüş bir babadır. Angela günün birinde okul çıkışı en yakın arkadaşı Katherine’le ortadan kaybolur. Ormana dalmışlar ve yok olmuşlardır. Üç gün sonra bir çiftliğin bahçesinde bulunurlar. Onlara göre kayıp olarak geçirdikleri süre birkaç saattir. Normale dönmeleri beklenirken iki kızda da tuhaf haller baş gösterir, çünkü içlerine şeytan girmiştir.

Yazının Devamını Oku

‘Sen insanlığın resmini yapabilir misin Samet?’

30 Eylül 2023
Nuri Bilge Ceylan imzalı, 197 dakikalık ‘Kuru Otlar Üstüne’ Doğu’da bir okulda resim öğretmenliği yapan Samet ve yakın çevresi üzerinden insan ruhunun derinliklerinde dolaşırken iyiliğin ve kötülüğün bahçelerine uğruyor. Kadrodaki isimlerden Merve Dizdar filmdeki performansıyla bu yıl Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülüne uzanmıştı.

Doğu’da, karların üzerini örttüğü bir köy ve burada, dört yılını doldurmaya ve ilk fırsatta İstanbul’a tayinini aldırmaya hazırlanan bir resim öğretmeni Samet... En yakın arkadaşı, aynı evi paylaştıkları meslektaşı Kenan’dır. Bu, ritüelleri belli yörede beklenmedik bir mesele kapılarını çalar. Sınıfta yapılan bir aramada, Samet’in en çok sevdiği öğrencisi konumundaki Sevim’in çantasında bir aşk mektubu bulunur. Bu mektubun kime yazıldığı bellidir; sonrasında iş büyür ve iki ev arkadaşı bazı kız öğrencilere daha fazla yakınlık gösterdikleri gerekçesiyle suçlandıklarını anlarlar. Okul yönetimi ve yörenin Milli Eğitim Müdürlüğü meseleyi resmiyete dökmez ama dikkatli olmaları konusunda sözlü uyarıda bulunur. Derken ikilinin önlerinde yeni bir keşif adası belirir; yakın kasabadaki İngilizce öğretmeni Nuray. Samet, ailesinin ısrarla evlendirmek istediği Kenan için Nuray’ın doğru bir aday olduğu düşüncesindedir lakin samimiyet çemberi ilerledikçe bu üç genç insan arasındaki gelgitler farklı güzergâhlarda seyredecektir...

Nuri Bilge Ceylan’ın ilk kez bu yıl Cannes Film Festivali’nde gösterilen son filmi ‘Kuru Otlar Üstüne’nin konusu kısaca böyle. Sinemamızın uluslararası sularda en bilinen ismi konumundaki ‘auteur’ yönetmenimiz, senaryosunu Akın Aksu ve Ebru Ceylan’la birlikte kaleme aldığı söz konusu yapıtında genel olarak insan yüreğinin ve de ruhunun haritasında geziniyor. Öykü ilk başlarda #MeToo meselesine ilişkin sularda dolaşsa da çok geçmeden farklı bir denize açılıyor. ‘Kuru Otlar Üstüne’nin ana karakteri Samet ilk olarak herkesin sevdiği, cana yakın, yardımsever bir öğretmen profilinde karşımıza geliyor. Lakin zaman ilerledikçe ve karşısına kimi dönemeçler çıktıkça ruhunun derinliklerindeki kötülükler giderek yüzeye vuruyor. Önce tam olarak net bir şekilde ifade edilemeyen taciz suçlamasının ardından sınıfta yöreye, yörenin insan yapısına ve gelecekte bu sınırlar dahilindeki öğrencilerine “Zaten bir şey olacağınız yok, ileride bir şeyler ekerek hayatınızı geçireceksiniz” mealinde sözlerle öfkesini kusuyor. Sonrasında başlarda kendisine layık görmediği (!) Nuray’ın Kenan’la yakınlaşması onun için adeta mesele haline geliyor ve ardından genç kadının özgür kimliğinden, zekâsından, hayattaki duruşundan etkilenerek onu ele geçirilecek bir mevzi konumuna yükseltiyor.

Genel çizgileri itibariyle iyinin ve kötünün bahçesinde dolaşan; insan denen muammanın kuytularına inen ve oradan yalnızlık, megalomani, küstahlık, ilgi, kendini beğenme, kıskançlık, bencillik, intikam gibi temel meselelere uğrayan bir yapıt var karşımızda. ‘Kuru Otlar Üstüne’ biçim ve dertler bakımından ‘Kış Uykusu’yla ‘Ahlat Ağacı’nı tamamlayan bir noktada duruyor (Bu arada Samet’i, çıkışsızlıkları, yöre ve insanlarına olan öfkesi itibariyle ‘Kış Uykusu’nun eski tiyatro oyuncusu karakteri Aydın’a daha çok benzettim). Öte yandan bir-iki sahne dışında bütün öykünün karlı bir ortamda geçmesi ve bembeyaz bir örtünün yardımıyla sağlanan görsel estetik açısından da bu son adımı izlerken ‘Kış Uykusu’nun yanı sıra ‘Uzak’ da akla geliyor. Ayrıca ‘Kuru Otlar Üstüne’de Ceylan’ın son dönemdeki alameti farikası olarak dikkat çeken uzun diyaloglar yine öne çıkıyor. Lakin bu kez sanki daha bir ustalaşmış bir yapı ve örgüyle karşılaşıyor hissine kapılıyoruz.
Bu durumun kıyıya vurduğu en belirgin yanlardan biri de filmin doruk noktası olan Samet’in Nuray’ın evine gittiği akşam yemeği bölümüydü. Burada siyasi konumları açısından biri solcu diğeri liberal noktalarda bulunan ikilinin sizi hemen ritmine ortak eden karşılıklı atışmaları, hem içerik hem de gelgitleri açısından son derece sürükleyiciydi.

 

EN POLİTİK FİLMİ...

Benden önce film üzerine kalem oynatanların da belirttiği gibi ‘Kuru Otlar Üstüne’ Ceylan’ın en politik filmi aynı zamanda. Ana karakterlerden Nuray, Ankara Garı saldırısında bacağının bir kısmını kaybetmiş, Kenan’ın yakını bir öğretmeni PKK katletmiş, annesinin her gece eve gelene kadar camda beklediği Feyyaz’ın babası da yıllar önce faili meçhul olmuş. Altın Koza’daki gösterim sonrası düzenlenen basın toplantısında sinemasındaki bu politik dokunuş (sinema yazarı arkadaşımız Olkan Özyurt tarafından) kendisine soruldu. Ceylan’ın cevabı şöyleydi: “Tanıdığımız bir arkadaşımızın hikâyesi bu. Ankara Garı patlamasında yaralanmıştı ve bölgede öğretmenlik yapıyordu. Onun hikâyesine odaklanınca patlama filme girdi. Tabii bölgede çekim yapınca o yörenin somut gerçekleri de filme sirayet ediyor. Bu tür meseleleri çok dikkatli kullanmak gerekiyor. Çünkü politikanın bir sanat eserinin, bir filmin önüne geçmesini istemiyorum. Ama öte yandan politikanın baskıladığı gerçekler, olgular, durumlar var; onları görünür kılmak da sanatçının görevi.”

Yazının Devamını Oku

‘Siz benim neler çektiğimi nereden bileceksiniz!'

23 Eylül 2023
‘1976’ General Augusto Pinochet’nin faşist yönetimi altında ezilen Şili’de, apolitik bir burjuva kadınının kendisine emanet edilen muhalif bir genci koruma sürecinde yaşadığı dönüşümü anlatıyor. Oyuncu Manuela Martelli’nin bu ilk yönetmenlik çabası, son derece başarılı bir politik drama olmuş.

Carmen vakti zamanında tıp okumak istemiş ama ataerkil yapı içinde babası kendisine izin vermemiş, o da ‘teselli armağanı’ olarak Kızılhaç’ta çalışmış emekli bir hemşiredir. Eşi Miguel ise Santiago’da bir hastanenin yönetici konumundaki doktorlarındandır. Bu orta yaşlı kadın bir sahil kasabasında deniz kıyısındaki evlerinin tadilatıyla uğraşırken hayır işleri vasıtasıyla tanıştığı rahip Peder Sánchez ondan, bir tür emanet olarak gördüğü gençle ilgilenmesini ister. Elías yaralıdır, rahibin iddiasına göre bir hata yaparak hırsızlığa soyunmuştur ve şimdilik gözlerden ırak bir şekilde saklanması gerekiyordur...

Şilili oyuncu Manuela Martelli, ilk yönetmenlik denemesi ‘1976’da ülkesinin acılı yakın tarihinde geziniyor. Son derece sakin ve bence bir ilk filme göre gayet olgun bir anlatım eşliğinde derin bir vicdan ve hafıza tazelemesi niteliği taşıyan bu yapım yerelden evrensele uzanan bir çabanın ifadesi olmuş. Hatırlanacağı gibi 1973’te Şili’nin Salvador Allende yönetimindeki sosyalist hükümeti, General Augusto Pinochet’nin düzenlediği ABD destekli kanlı bir darbeyle devrilmiş ve ülkeye, 17 yıl sürecek faşist yönetim el koymuştu. Bütün bu süreçte binlerce muhalif öldürülmüş, çok sayıda insan da ülkeyi terk etmişti. ‘1976’ işte bu kapkaranlık dönemden bir kesiti, Carmen adlı ana karakteri eşliğinde perdeye taşıyor...

 

SÜRÜDEN AYRILIYOR

Bilindiği üzere ‘burjuvalar’ bu gibi dönemlerde o güzelim rahat hayatlarını sürdürebilmek için seslerini çıkarmazlar, aksine çoğu da hâkim koroya katılarak gündelik düzenlerine devam eder. Ya da çok bilinen bir benzetmeyle durumu açıklayalım; ortalık yanarken onlar saçlarını taramakla meşguldürler. Carmen aslında muhafazakâr sularda gezinen bir yapıya sahip; eşi, çocukları ve torunlarıyla mutlu mesut aile tablosunu sürdürme gayretinde. Fakirler için topladığı eski kıyafetleri kiliseye bağışlıyor, görme engellilere kitap okuyor ve böylece hayırsever bir insan olmanın gereklerini yerine getiriyor. Lakin sonradan muhalif bir genç olduğunu anladığı, bakımını ve tedavisini üstlendiği Elías vasıtasıyla hayatında yeni bir koridor açılıyor.

Filmin başında o evin tadilatıyla, boya rengini seçme işleriyle uğraşırken dışarıda birilerinin gözaltına alındığına tanık oluyoruz. Bu sahne rejimin kendinden olmayanlara dayattığı gündelik faşizm uygulamasında, gözlerini yaşananlardan kaçırarak hayatlarına devam edenleri göstermek açısından önemli bir vurgu. Sonrasında bu aymaz genel kitlenin bir parçası olan Carmen’in, Elías vasıtasıyla sürüden ayrılmasını ve son derece tehlikeli sulara yelken açmasını izliyoruz.

Eski sağlıkçı, şefkatli ellerini bu kez muhalifler için kullanmaya başlıyor, evindeki kaçak devrimcinin yoldaşlarına zorlu yolculuklar sonucu (arabasıyla yola çıkıyor, izlenmemek adına sürekli otobüs değiştiriyor vs.) mesajlar taşıyor, onu güvenli bir şekilde arkadaşlarına teslim etmek için çabalıyor. Bu arada Carmen’in öykünün başından beri sürekli sigara içtiğini ve uykusuzluk halleriyle ruhsal bir çıkmazın içinde olduğu görüyoruz; bu yeni meşgale onun için hem bir ‘hayırseverlik’ hamlesi hem de ait olduğu sınıfın olup bitene karşı gösterdiği aymazlığın yarattığı suçluluk duygusunu üzerinden atabilme fırsatına dönüşüyor. Benzer bir vicdani meseleyi Peder Sánchez’de de görüyoruz; geçmişte kimi insanların hayatına mal olan hareketinin kendi yüreğinde açtığı kapanması zor yarayı, en azından Elías’ı kurtararak bir parça onarmaya çalışıyor. 

Yazının Devamını Oku